Kayıtlar

2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Muson Yağmurları Geliyooor

Resim
İnsanlar aramaya çıktıklarında fark ederler ki aslında hayatın anlamı, acı ile özdeştir. Acı çektikçe gözlerdeki örtüler sıra sıra açılır, yola gizlenmiş işaretlerin giz'i kaybolur. Çektiğimiz acıdan da ancak onu hayata dair bir taşa bağladığımızda kurtulabiliriz. Bunu bir kitaptan nasihat almıştım. Benden de burayı okuyanlara olsun. Gerçekten de ateşin içindeydim. Yemin ederim... Bir şeylerle çok kolay başa çıkarım. Kendime ben de şaşarım. Ama o zamanlar öyle değildi işte. Çarptığım duvarı uzunca bir zaman hiç aşamamıştım. Duvarların varlığından daha yeni haberdar oluyordum. Ben ki düş gücümde ne kadar uzaklara yelken açardım. O dönem düş kurmayı bile beceremez hâle gelmiştim. Sonra şefkat abidesi bir el uzandı ötelerden. Öyle bir "Şevvalim" deyişi vardı ki kafasına küt diye elma düşmüş de heyecanından çırılçıplak sokağa fırlamış, "Eureka! Eureka!" diye bağıran Arşimet'in heyecanı taşardı içimden. Bu hayattaki en büyük arzularımdan biri de ruh ikizlerimi bu

Göğün Elleri Gırtlağımızda...

Kaynayan kazanlara atlama teşebbüsünde bulunmuşuz gibi buğulanıyor gözlerimiz. Göremiyoruz. Elimizde zan kırıntılarından tılsımlı bir kese, çarpık adımlar atıyoruz. Altın renkli güneş ışınları, eprimiş bir duvarın lakaytlığıyla teğet geçiyor göz bebeklerimizi. Kömür renkli yanılgıların tozuna bulanıyor tüm yol. Âh bir de şu sefih su birikintileri. Okyanus sanıyoruz onları. İçinde yüzüyoruz boyuna. Hâlbuki Kutsal Kitap'ta okumuştuk, Adem'den beri ince ince işlenmişti adını dahi telaffuz edemediğimiz o kodlara. İnsanoğlu şerde bile hayırmış gibi diretiyordu. Bulanık ve çamurlu su birikintilerini okyanus sanmamız hep bundan. İşte tam da bu trajikomik genlerimiz yüzünden nilüfer çiçeklerinin üzerinde zıplayan her neşeli kurbağanın, masalın sonu gelince bir prense döneceğini sanıyoruz. " Algı, yanılgı, sancı, kaygı" Şimdi o bulanık su birikintilerinin üzerinden, şehrin her bir yanından göğsüne acılar isabet etmiş Raskolnikov gibi geçiyoruz. Çamura batmaktan alıkoyamadığı

Muzaffer İzgü'nün Ruj Renkli Balonu

Resim
Eğer üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılmamış, dakika üstüne dakika istiflenmemiş ve eleştirmen amcalar bir bilim insanı edasıyla bu mesele üstüne zihin yormamış olsalardı; ben, saçlarında en patlak ve parlak tonlarda kırmızı kurdeleler takılmış bir kız çocuğu gibi mızmızlanıp "Sinema, yalnız çocuklar içindir" derdim. Kentlerin çocukları, ola ki sanayileşmeden ve modernleşmenin ilk ayaklarından çok sonra doğmuş iseler kesinlikle yalnız çocuklar oluyorlar. Tabii ki geniş bir kuzen/yeğen skalasına sahip arkadaşları kaidenin dışında tutuyorum. Pencere pervazlarında renk renk çiçeklerin olduğu ve daha ayakkabınızı portmantoya yerleştirirken gizli aile tarifiyle yapılmış kurabiye kokusunun burnunuza çarptığı bir ev hepimize nasip olmuyor ne yazık ki. İşte sinema tam da bu sırada devreye giriyor. Tıpkı Maksim Gorki'nin şuan gerçekten de önemli olmayan ama hayli eski bir tarihte: "Sinirleriniz geriliyor, düşgücünüz sizi alışılmadık, tekdüze, renksiz, sessiz, bambaşka bi

Gündem Girdabında Gül

Beni bu güzel köşeye çeken, yalnızca yazma iştiyakımı değil iyilik ve güzel adına ne varsa fermuarlarını patlatıncaya dek çantamı doldurayım diye beni iten sihirli ellerle yolum kesişti de geldim buraya. Kıyametin kopmak üzere olduğunu da bilsek elimizdeki son fideyi toprağa dikmeliymişiz. Her şey gibi cümlelerin de bir zamanı var tabii ki. Daha önceleri duymuşluğumuzun çok muhtemel olduğu bu kelime dizisini hepimizin tanıdığı bilge bir hanım, hayal dünyamdaki gri ‘corona virüs’ bulutları zihnimi çok üşütüyorken battaniye sıcaklığında mesaj kutuma düşürdü. Sadece o da değil; bizi dünyayla buluşturan aygıtlar şu sıralar üzerine pek eğilmese de sınırlarımızda olanlar da hayal dünyamdaki renkli uçurtmalara suçluluk ateşi yakıyordu. Kıyamet de başka birçok şey gibi çok göreceli. Alemdeki her bir varlığın kendi kıyameti var. Edebiyatçının kıyameti başka şey, sinemacının başka, çok genç bir insanın başka, çok yaşlı bir insanın başka. Bulutların, taşların ve hatta yanardağların kıya

Sismik Çizgiler ve Aidiyet Mülâhazaları

Resim
"Bir insanın kimliği başına buyruk aidiyetlerin birbirine eklenmeleri demek değildir, kimlik bir "yamalı bohça" değildir, gergin bir tuval üzerine çizilen bir desendir; tek bir aidiyete dokunulmaya görsün, sarsılan bütün bir kişilik olacaktır."/Amin Maalouf  Çok çok sevdiğimiz İranlı ressam Hemad Javadzade'nin "Uzakların Efendisi" sergisinden.  Bazı meseleler, insan zihnini zamana hapsederek ve keskinliğinden ödün vermeden meşgul ediyor. Öyle ki; taş yüzeyi damla damla dokunuşlarıyla delip geçebilen aziz su damlaları gibi bir güce sahipler adeta. Ölümün dışında her vaziyetin bir çaresinin olduğu Dünya gezegeninde ben bu delici güce 'yazı'nın çok iyi geldiği düşüncesindeyim. Bu meseleleri yazarken kendi içimizdeki onlarca ses ile münazara hâline bürünürüz. Onlardan bir farkı olmayan biz söyleriz, bizden bir farkı olmayan onlar söylerler. Neticede iş tatlıya bağlanıp zihnin mahzenlerine güzelce paketlenip konur. Başımızı yumuşak yastı

You Drew Stars Around My Scars But Now; Goodbye...

*Yine de bütün saadetler mümkündür'ü savunmaya devam edeceğiz.  Aydan parçalar koparmış, sirke cesaretli kara paltoyu ben çaldım masalların kostüm dolabından. Onunla şehir turu yapacağım. Arayacağım seni kuytu köşe. Âh bu yüzüne katran çalınmış şehir turları! Pahalıdır. İnsanoğlu ile arasında incecikten bir zar. Yanakları alev alev, gönlünde buzul çağı, göz torbalarında küçük göller.  Gece, şuh kahkahalı bir kadın. Ağlanacaklara güler, tersi düz eder. Altı üst eder. Takvimden takvime uçar son model süpürgesiyle. Geçtiği yerlere kırışıklıklar serper, alır götürür kimi hatıralarımızı. Onu yakalayabilene âşk olsun. Bir tek gün ışığı savaşır onunla.  Şehir ışıkları, annemin mücevher kutusu. Öyle parlak ki şehrin semâsı, kör oluyorum yavaşça. Zihnimdeki tüm fotoğraflar, Raskolnikov'un tiksinerek baktığı harabelerin yüzeylerinde bulanıyor.  Sen ise kendini başka bir şehirde unutmuşsun çoktan. Yıldız tozundan en aydınlık paltoları da giysem bulamam artık seni. Ne büyük, ne derin bir y

Eylül'dür, Avucumuza Ne Bıraksa Büyülüdür

Resim
Birazdan buraya yansıyacak cümlelere ilham olmuş Romanian tarzı odadan hepinize selâm!  Böylesine özelleştirilmiş bir isimle bahsettiğim yer aslında benim ders çalıştığım, gün içinde en çok vakit geçirdiğim ve Şevket'i zorla dışarı attığım evin en havadar odası. Kedilerden ve sinir bozucu bir kargadan başka insanı hiçbir şey rahatsız etmiyor. Bana ait dekoratif fikirlerin neticesinde de bayağı minimal ve ferah bir yer oldu. Bütün gün ders çalışmaya çalıştığım için evde çok huzursuz oluyorum. Diğer odaların aksine burada duvarlar üstüme üstüme gelmiyorlar. Romanya, babamın en çok seyahat ettiği ülkelerden biriydi. Dünyada çok az insanın keşfettiği bir sokakçık gibi. Ben çok merak ettiğim için özellikle Romanya olmak üzere dünyayı beraber gezme planlarımız da çocukluğumun karadeliğine sıkıştı, kaldı. Önü boncuklu kıyafetleriyle saçlarını rüzgâra emanet eden Romanyalı kızlar, bu hayallerden ve de kırıklarından bîhaber tabii.  Önceleri kendime dair bir şeyler planlamak ve k

Göz Pigmentlerinin Müsaade Ettiği Kadarıyla Gördüklerimiz

Resim
                   Thrilling Night by Van Gogh  Gecenin sakinliği ve gizemi, yeşil damarlı küresiyle şehre çıkagelen bir bilgin gibi yayılıyor. Ara sokaklarına ışıldaklar serpilmiş şehir, gecenin buğusuna bürünüyor itaatle. Oysaki ışıldaklar hâlâ muzırlık peşinde. Tüm o sükûnete inat, yıldızlarla bir olup göz kırpıyorlar. Gök kubbenin pak bahçesiyle yarışıyorlar. Gündüz gözüyle terkedilen evlere dönülüyor bir bir. Ayakkabılarla birlikte dışarının yorgunluğu ve telaşı da kapıda terk ediliyor. Ama bu kısa bir ayrılık. Birkaç saat sonra yine sabah olacak. Eşiğe bırakılan tüm zoraki sevgililer, boyunlara asılacak. Telaş ve kaygı. En yoksun kimsede dahi bir hayli var onlardan. Yine de baharatgillerden tarçın hanım pek bir maharetli. Adına 'toplu taşıma aracı' denmiş iştahlı tenekeler insanları beklerken, tarçın hanım şenlik kokusu serpiştiriyor havaya. Aktar dükkânlarındaki yerlerinden usul usul firar ediyorlar. Havadaki moleküllere kavuşup uykulu burunlara el sallıyorla

Sartre'ınkinin önünde halt ettiği bulantılar...

Merhaba eskiden çok mutlu ve hayat dolu bir kızın her şeye rağmen Disney prensesi gibi hissettiklerini saçtığı blog. Bu defa karalara bürünmüş olacaksın.  ...  20 Ocak 2022 Bazı zamanlar, rüyalarımda yeşil-mavi alacalı bir küre ellerime verilir. Vuku bulan o'dur ki bana bu alacalı kürenin bazı hastalıklar kaptığı ve maddi manevi envai çeşit virüse gark olduğu söylenir. Tabii ki bana öğretildiğince ben bir şövalyeyimdir ve yeryüzünü rahatsız eden her ne ise tek atışla göğsünden vurma görevi bana aittir. Ama gelin görün ki bu iş için benim kendimi tüm insaniyetimden arındırmam gerekir. Tüm kusurlarımdan, zayıflıklarımdan, tökezleyişlerimden, inişlerimden ve olmadık çıkışlarımdan... Böyle zamanlarda kendimi Büyük İskender'e benzetiyorum. Alexander the Great. Her yeri fethetmeye yemin etmiş ki bunu büyük ölçüde de başarmış komutan. Çok uç bir örnek sanıyordum eskiden bunu ama başarı da uyuşturucu madde gibi o kadar tehlikeli bir şey ki son zamanlarda yüksek başarıları altında ezilm