Göz Pigmentlerinin Müsaade Ettiği Kadarıyla Gördüklerimiz

                   Thrilling Night by Van Gogh 

Gecenin sakinliği ve gizemi, yeşil damarlı küresiyle şehre çıkagelen bir bilgin gibi yayılıyor. Ara sokaklarına ışıldaklar serpilmiş şehir, gecenin buğusuna bürünüyor itaatle. Oysaki ışıldaklar hâlâ muzırlık peşinde. Tüm o sükûnete inat, yıldızlarla bir olup göz kırpıyorlar. Gök kubbenin pak bahçesiyle yarışıyorlar. Gündüz gözüyle terkedilen evlere dönülüyor bir bir. Ayakkabılarla birlikte dışarının yorgunluğu ve telaşı da kapıda terk ediliyor. Ama bu kısa bir ayrılık. Birkaç saat sonra yine sabah olacak. Eşiğe bırakılan tüm zoraki sevgililer, boyunlara asılacak. Telaş ve kaygı. En yoksun kimsede dahi bir hayli var onlardan. Yine de baharatgillerden tarçın hanım pek bir maharetli. Adına 'toplu taşıma aracı' denmiş iştahlı tenekeler insanları beklerken, tarçın hanım şenlik kokusu serpiştiriyor havaya. Aktar dükkânlarındaki yerlerinden usul usul firar ediyorlar. Havadaki moleküllere kavuşup uykulu burunlara el sallıyorlar. Biz dünyayı iyilik kurtaracak sanıyoruz. Belki de muzırlık kurtaracak dünyayı kim bilir? Yeryüzü mescidinin Üsküdârlık alanında, sabahlar böyle başlayıveriyor.

Peki ya bu sabahlar daha farklı olabilir mi? Bir his olsun meselâ, muzırlıkta tarçın hanımdan bile maharetli. Gelsin içimize yerleşsin. Bakmakla yetinmeyelim, görelim. Duyduğumuz vapur düdüklerinden ibaret olmasın. Üzerine basıldıkça çatırdayan dala, içinden su azaldıkça feryat eden sebile bile kulak kesilelim. Gevrek simitlerin susamdan nasibi az olan yerlerini seçerek başlayalım ısırmaya. Öyle geniş bir göğsümüz olsun ki, içinden kaç ok geçerse geçsin yüreğe isabet etmesin. O kadar kolay olmamalı çünkü.

1+1 kaç eder? Elbette ki 2.

Belki de bu hissin bir adı vardır sevgili dostlarım. İlham mı? İlham diyebilir miyiz bu hisse? Eğer öyle ise kaynağı nerede bunun? Sodaseverler bilir. Bu şifâ dolu mineralli su dağlardan gelir. Ferhat, Şirin için dağ delemez belki ama belediyeler mineralli su almak için deler dağı. Dağ, sodanın kucağıdır, bağrıdır, kaynağıdır. O hâlde biz nereden bulacağız bu ilhamı. Bulup da ne yapacağız meselâ?

Dünyada geçirdiğim yıllar daha iki haneli rakamlarla ifade edilemiyordu sanırım. Elimde tüylü bir kalem ile karşı binanın ikindi güneşiyle yıkanan vitraylarını seyre dalmışken ben bir cevap bulmuştum. Evdeki çekmecelere bol bol ilham depolayıp yazarak muzırlık yapacaktım ben. Bisikletten düşe düşe dizlerinde sağlam yer kalmamış ama yine de iki tekerlekli çelimsiz dostundan vazgeçemeyen çocuk vefası gibi. Ama planladığım gibi olmadı ne yazık ki. Yaşım iki hanelere geldikçe ilhamı algılayışım değişti. Görünmez perilerin başımızdan aşağı döktüğü bir toz sandım onu. Hep o perileri bekledim. Beklemekle de vakit kaybettim bir müddet. Sonra ise büyük bir sanat eseri yapmak için artık gecikilmiş bir çağda olduğumuzu düşünmek gibi kocaman bir yanılgı yastığına koydum her gün başımı. Neticede artık kimse eskisi gibi hissetmiyordu. Tıklarla yapılıyordu her şey. Hem ne kalmıştı ki yazılacak? Biz modernleşip ruhsuz olmuştuk. Hâlbuki böyle mi olmalıydı bu? Âh o sisli Kasım sabahları. Sırf onların hatırına bile yapılırdı yürek hoplatan sanat eserleri. Periler gelmiyorsa gelmesin diye şartellerimin atması gerekiyormuş. Nitekim attı da. Büyük ustaların kollarında buldum kendimi. Sonra öğrendim ki, perilerle olan dargınlığımda haksız taraf benmişim. Onlar zaten gelmezmiş ki hiç! Sen gidermişsin onlara. Bir hayli de nazlılarmış. Bunu bilen sevgili Balzac, "Günde 50 sayfa yazacağım" dermiş. Yalnızca 30 sayfa üretecek kadar yetkinlikten yoksun olduğu günlerde ise sırf hedefine ulaşabilmek için arşivini açar, eski bir yazısını 20 sayfa olacak şekilde bir daha yazıp iyileştirirmiş. Aynısını Tolstoy da yaparmış. Malûmunuz; eski zamanın insanları, uçak ile seyahat henüz mümkün olmadığından Hacc ibadetini gerçekleştirirken aylarca deve sırtında giderlermiş. Hat erbapları için tam bir dezavantaj olurmuş bu. Devenin eğimli bükümlü sırtında hat sanatı icra edilmezmiş. Ama yine de bu hattatlar, sırf kendi perileriyle küsmemek ve bileklerindeki melekeleri kaybetmemek için aylar boyu bir odun parçasını alır havada hayali harfler çizerek zinde kalmaya çalışırlarmış. Sanat gibi insanın içinde filizlenmesi gereken bir soyutluğun dahi yolu disiplinden ve çalışmaktan geçiyor anlayacağınız.
Meşhur Van Gogh'u bilirsiniz. Okuduğum bir eserde anlatılıyordu; bazı ressamlar bilerek kendilerini zil zurna sarhoş eder ve tuvallerini fırçayla adeta döverlermiş. Kendilerini Van Gogh zanneden bu kimseler sabahları uyanır ve önlerindeki anlamsız bütün ile bakışırlarmış. Burada ise aklın önemine dikkat çekiyor bizim için büyüklerimiz...

1+1 kaç eder? 2 mi? Sakın deme öyle. +'ın işlevini bir düşün. Bir damla ile başka bir damla yan yana gelince iki damla olmaz her zaman. Kimi zaman 1+1=1'dir. Bir damla ile başka bir damla yan yana gelir ve daha büyük bir damla olurlar. +'yı nasıl algıladığın böyle de önemli işte.

O hâlde şöyle özetleyebiliriz:
İlham gelmesini bekleme, ilhama sen git! Çok çalış! Gerekirse bin defa yap bin defa boz. Üretirken uyanık ol. Paul Vallery der ki: "Rüyalarını yazmak isteyen bir insan bile yeterince uyanık olmalıdır."
Başka bir yazar da ekler: "Sanatçı, gündüz düşü gören adamdır"...


*Sisli sabahlardan bahsetmiş iken bu blogun ismi, Melih Cevdet Anday amcanın Allah'ın hediyesi gıcır gıcır bir günün nişanesi sabahlara güzelleme yaptığı "Bu sabahın konuştuğu dil, ne dili?" dizesinden geliyor sevgili dostlarım. 

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ve bir bitiş çizgisi daha: Elveda Haziran!

Muzaffer İzgü'nün Ruj Renkli Balonu

Muson Yağmurları Geliyooor