Sismik Çizgiler ve Aidiyet Mülâhazaları

"Bir insanın kimliği başına buyruk aidiyetlerin birbirine eklenmeleri demek değildir, kimlik bir "yamalı bohça" değildir, gergin bir tuval üzerine çizilen bir desendir; tek bir aidiyete dokunulmaya görsün, sarsılan bütün bir kişilik olacaktır."/Amin Maalouf 

Çok çok sevdiğimiz İranlı ressam Hemad Javadzade'nin "Uzakların Efendisi" sergisinden. 


Bazı meseleler, insan zihnini zamana hapsederek ve keskinliğinden ödün vermeden meşgul ediyor. Öyle ki; taş yüzeyi damla damla dokunuşlarıyla delip geçebilen aziz su damlaları gibi bir güce sahipler adeta. Ölümün dışında her vaziyetin bir çaresinin olduğu Dünya gezegeninde ben bu delici güce 'yazı'nın çok iyi geldiği düşüncesindeyim. Bu meseleleri yazarken kendi içimizdeki onlarca ses ile münazara hâline bürünürüz. Onlardan bir farkı olmayan biz söyleriz, bizden bir farkı olmayan onlar söylerler. Neticede iş tatlıya bağlanıp zihnin mahzenlerine güzelce paketlenip konur. Başımızı yumuşak yastıklarımıza koyduğumuzda duyduğumuz parazit sesler de artık terk eder bizi. 

Neredeyse bir bebeğin anne karnından minnacık çıkıp artık belirginleşmiş simasıyla yürümeyi öğrendiği zamana eşdeğer bir vakittir ne yapsam da beni terk etmeyen kimi düşüncelerimden bu yazı ile kurtulmak gibi bir niyetim var.


Dr.Oetker reklâmlarında, "Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi?" diyen yaşı yaşıma denk figürana bakıp tek derdimin "Saçlarım ne zaman bu kadar çok uzar? Annem benim de böyle kahküller kestirmeme izin verir mi?" soruları olmasını arkamda bırakalı çok oldu. İstanbul'un insanın soluk alıp verişinde bile dakikliği ve hesaplılığı esas aldığı görünmez kurallarıyla koştur koştur büyüyüverdim. İlk başlarda bir tane ana başlığı birkaç tane de alt başlığı olan tek bir kimliğim vardı. Evin en büyük kızı, en akıllı-uslu olması gereken, ebeveynlerinin çocuk yetiştirmede tecrübe kazandığı ilk çocuk, bazı bariyerleri kardeşleri büyüyüne dek kendi başına göğüslemesi gereken. Sonrasında en büyük torun, en büyük yeğen. Sorumluluk, sorumluluk, sorumluluk ve koşuşturma.


Karşı yakaya yalnız gitmeme müsaade edilecek kadar büyüdüğümde ise büyük bir patlayış, bir başkalaşım, yürünülen yolda hiç ummadık bir kapıdan içeri itilmek. İşte buradan sonrasında hayatımı belli bir filtrenin içine koyarak yaşadım hep. Zaten var olan dinî kimliğimin yamalı kısımlarına ideolojik bir kumaş biçmek nasip oldu. Kendim için bir şeyler yapmayı ve yalnızca bununla dertlenmeyi terk ettiğimde hayatımın nasıl da bereketlendiğine şaşkınlıkla şahit oldum. En basitinden bahçeye bir limon fidesi diktiğimde, "Büyüsünlerde en organiğinden limonlarımız olsun" darlığından; "Bu limonları çantama doldurup 21.asrın en güzel hikâyelerini bilen insanlarla bir yolculuğa çıkalım. Göğün gri olduğu diyarlara gidelim ve sarı konfetiler serpiştirir gibi limon dağıtalım sokaklarda" genişliğine varabiliyordum. Okuduğum kitapları bile bu anlayışa göre şekillendiriyordum. Bir başka şey ile zaman harcamak, benim için en vicdan yakıcı azap olan zaman israfıydı. 'Yeni Dünya' uçurtmasının kuyruğunda binlerce renkten renge bayrak vardı. Ben de onlardan biri oluyordum, olacaktım işte. Sabahlarıma ve akşamlarıma aşk aşı katan bu yeni kimliğimle inanılmaz mutluydum.


Hayatı bir sismografa benzetelim. Hep aynı seyirde işleyen, inmeli kalkmalı çizgiler. Bir gün beklenmedik bir anda sallantılar oluyor. Sismik çizgiler ya hiç olmadığı kadar aşağıya iniyorlar, ya da hiç olmadıkları kadar yukarıya fırlıyorlar. İnişlerin de çıkışların da belli etkileri oluyor. En önemlisi de kişiye yepyeni bir bakış açısı ve kimliğine yeni bir boyut soluğu sunuyorlar. Sismografın ara sıra tökezlese de hep yek seyirde devam edeceğini düşünmek inanılmaz derin bir yanılgı. Tıpkı kafasını kuma gömdüğü için etrafından bihaber olan devekuşları gibi. Bunları bu denli kendimden emin ve kaygısızca söylüyorum çünkü iki sene önceye dek bu anlamda tanıdığım kafası kuma en gömülü devekuşu adayı bendim. Hakikâten de dediğimiz oldu. Sismik çizgilerim bir gün hâlâ bile nasıl olduğunu asla anlayamadığım bir biçimde aşağılara fırladı. Etrafımda kum fırtınaları esti ve göz açıp kapayıncaya dek kendimi bambaşka bir ülkede buldum. Bu ülkenin sokakları o kadar dardı ki, yol almak gerektiğinde her yanı kanıyordu insanın. Ya çok küçülmeyi öğrenecektim, ya da çok küçülmeyi. İşte bu mecburiyetler kimliğimde yepyeni açılımlara sebep oldular. Hayatımın direksiyonunun benim elimde olmadığı bu aylar boyunca çocukluğumdan beridir açık kalan bir dosyayı can sıkıntısından okumaya başladığımı fark ettim. Demek ki benim kimliğimde zaten var olan bir boyut daha vardı. Sadece keşfi henüz gerçekleşmemişti. Akrabalarımla son zamanlarda ziyadesiyle artan münasebetlerim bunu açığa çıkarmıştı. İstanbul gibi her çeşitten insanın oturduğu bir sofradan yemek yiyen arkadaşlarım beni çok iyi anlayacaktır. Burada semtlerin adetleri vardır yalnızca. Ama onların bile belli çizgileri yoktur. Kişiler başkalaştıkça semt adetleri de bu başkalaşıma eşlik eder. Herkes birbirinden farklıdır. Hep bir memlekete gidişten söz ederiz meselâ. Bunun için tatiller ve yıllık izinler kovalarız. Tam bu noktada, evlerimizin ne denli büyük bir rol oynadığı anlaşılır. Mütemadiyen hasretini çektiğimiz uzaylı kların makro formudur evlerimiz. İçindeki dünyayı en iyi biz biliriz. Tıpkı Amin Maalouf'un dediği gibi içimizden her biri iki mirasa sahip: "dikey" olanı bize atalarımızdan, halkımızın geleneklerinden, ait olduğumuz dini cemaatten geliyor; "yatay" olanı ise çağımızdan, çağdaşlarımızdan.


Kimlik dizilimimi yıl yıl yapabilen ben, safkan bir Doğu'luyum ama hiç görmedim Doğu'yu. Dağların hırıltılı sesine buğday başaklarının nahif sesinden daha çok aşinayım. Ama hiç bir sabah uyandığımda penceremden haşmetli dağı selâmlayarak güne başlamadım. Koyunlar ve kuzulardan ziyade asfalt yollarla arkadaştım. Aynı okul sıralarında ders gördüğüm arkadaşlarımdan hiçbir farkım yoktu. Ama hayır. Aslında vardı. Misafirlerin yanında olmaması gereken bir durum yaşandığında ben, hiç kimsenin bilmediği bir dil ile uyarılırdım. Şakalarımız o dil ile yapılır, ağıtlarımız o dil ile yakılırdı. Küçük Şevval için ne yazıktı ama bunları arkadaşlarımla paylaşamazdım çünkü beni anlamazlardı. Bir gün yan sınıftaki çocuğun okul bahçesinde, başında beyaz bir örtü olan yaşı hayli ilerlemiş annesine yalnızca bizim ailenin bildiği aynı şifreli dili konuştuğunu duyunca midemde kelebeklerin uçuşmasını kim garipseyebilir? 


Bahsettiğim kimlik açılımı, çocukken de bana ara ara uğruyormuş aslında. Ancak şehrin genel rengine öyle bir bürünmüşüm ki bunları hiç fark etmemişim. Akrabalarımla olan uzun süreli münasebetlerim boyunca köklerime dair kaidelerden berrak bir arşiv oluşturdum. Elimden geldiğince tanıdım ve benimsemek için uğraştım. Zannediyorum ki bunu başardım da. Süreç benim kimliğime kesinlikle taze bir boyut katıp soluk aldırdı. Her şeye rağmen bu, dünyada yalnızca birkaç milyonun tecrübe ettiği nadir bir his. 


Kişisel daireden çıkmam gerekirse, Doğu topluluklarında aile büyüğü ne denli önemlidir, anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır. İşte bu emirleri demirleri kesen büyüklerimiz her ne kadar ayaklarımızı atalarımızın çizgisine çivilememizi isteseler de ben tarihçi Marc Blooth'un "İnsanlar babalarının değil, zamanlarının çocuklarıdır" sözüne yaslanmayı tercih ediyorum. Çünkü dil, din, ırk, renk ne olursa olsun öyle bir çağdayız ki hastalığın ve felâketin bizi umarsızca eşitlemesi gibi 'Yeni ve Adil Dünya' düzenini istiyorsak biz de ayrımcılığı, kutuplaşmayı bir kenara bırakıp iyilik ve güzellikte eşitlenmeliyiz. Yeni Dünya uçurtmasına sımsıkı sarılmalıyız işte. Bunu anlamak için daha ne kadar çok felâket bekliyoruz? Meçhul. 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ve bir bitiş çizgisi daha: Elveda Haziran!

Muzaffer İzgü'nün Ruj Renkli Balonu

Muson Yağmurları Geliyooor