Muzaffer İzgü'nün Ruj Renkli Balonu

Eğer üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılmamış, dakika üstüne dakika istiflenmemiş ve eleştirmen amcalar bir bilim insanı edasıyla bu mesele üstüne zihin yormamış olsalardı; ben, saçlarında en patlak ve parlak tonlarda kırmızı kurdeleler takılmış bir kız çocuğu gibi mızmızlanıp "Sinema, yalnız çocuklar içindir" derdim. Kentlerin çocukları, ola ki sanayileşmeden ve modernleşmenin ilk ayaklarından çok sonra doğmuş iseler kesinlikle yalnız çocuklar oluyorlar. Tabii ki geniş bir kuzen/yeğen skalasına sahip arkadaşları kaidenin dışında tutuyorum.
Pencere pervazlarında renk renk çiçeklerin olduğu ve daha ayakkabınızı portmantoya yerleştirirken gizli aile tarifiyle yapılmış kurabiye kokusunun burnunuza çarptığı bir ev hepimize nasip olmuyor ne yazık ki. İşte sinema tam da bu sırada devreye giriyor. Tıpkı Maksim Gorki'nin şuan gerçekten de önemli olmayan ama hayli eski bir tarihte: "Sinirleriniz geriliyor, düşgücünüz sizi alışılmadık, tekdüze, renksiz, sessiz, bambaşka bir dünyaya götürüyor. Bu siyah-beyaz, suskun gölgeleri görmek insanı çok etkiliyor. Yoksa geleceğimize ilişkin bir gönderme mi var bu görüntülerde?" diye söylediği gibi sinemanın mental hormonlarınızı kamçılama gücü inanılmaz. Aynı şekilde kan dolaşımının azımsanmayacak derecede durmasını umursamadan kişiyi ekran karşısına kilitleme gücü de öyle. Çok da uzağa gitmeden, acaba bizim düşünce dünyamıza yakın kimselerden de böylesine sinemaya dalmış kim var gözüyle dünyayı adımladığımda ise Cihan Aktaş'a rastlamanın verdiği mutluluğu da not etmiş olayım. Ama bu yazıda çocuklar ve sinema eksenini terk etmeyerek; Doğu-Batı levhalarının damarlı haritalarında gezelim istiyorum. 

Her şehrin kendine has bir güzelliği var, malûmumuz. Ancak konu Paris olunca, gezegendaşlarımızın bazıları çıtayı biraz daha yükseklere çıkartabiliyor. Tercihi baharat kokulu yetim beldelerden yapmak da, her yanına dantel serili Paris'ten yapmak da kişiye kalmış. Ama bu yazıda bir İzmir'e gideceğiz, bir de Paris'e. 

Bu filmi bir gün yazacağımdan emindim ama katiyyen Muzaffer İzgü'nün işin içine gireceğini bilemezdim. Pascal'dan ve onun çocukluğuna aralanmış kapıdan içeri girdiğimde nahif bir olayı seyre dalıyordum. Ama Muzaffer İzgü'nün çocukluğuna aralanmış kapı içime kor ateşi gibi düşüyordu. Pascallar için seviniyorum! Ne güzel, ne mutlu. Ömür pastalarından ilk dilimleri hep balkonundan çamaşır sarkan mahalle tanıdıklığında geçiren çocuklar. Bir yanda ise Muzaffer'ler var. Daha çok ilgimizi çeken, "Aman yahu dünyadır. Öylesi de var böylesi de", diyerek normalleştirmememiz gereken çocuklar. 

Etrafta edebiyatı yapıldıkça mide bulantısının doruklarını yaşadığımız şeylerden bir tanesi de "çocuk masumiyeti", kabul. Ama bir defalık bu edebiyatı yapma hakkımızın olduğunu varsayarsak, bu yazıya kullanalım onu: 

Ülkemizde çok az bilinse de zamanında senaryosunun sessizliğine rağmen esasında sesli oluşuyla ödül kazanmış bir film; Le Ballon Rougé (The Red Balloon), Kırmızı Balon. Tam da II.Dünya Savaşının etkileri tarih çizgisinde yer ediniyor iken yapılmış. Yönetmen Albert Lamorisse kendi oğlu Pascal'ı oynatmış bu filmde. Film 1957'de çekilmiş. O zamanlar küçücük bir çocuk olan Pascal, muhtemelen şimdilerde yaşamıyordur bile. 


Yağmurun sokaklarını ıslattığı ve Güneş'in henüz göz kırptığı bir sabah, Pascal okula giderken sokak lambasına takılı kırmızı bir balon bulur. Çocuk çevikliği ile lamba direğine tırmanıp balonu dişlerinin arasına alarak iner lambadan. Artık kırmızı balon, Pascal'ın en yakın dostudur. Paris sokaklarında okula doğru gezinirken her yerde balonu da eşlik eder ona. Kırmızı balon da onun bu dostluğuna adeta karşılık verir. İçinde helyum gazı değil sanki düşünebilen bir öz vardır. Tam yönetmenin bize Pascal'ın balonunu kaybettiğini anlatacağını sanırız ki bu akıllı balon çıkagelir bir yerlerden ve ipini Pascal'ın minik parmakları arasına kondurur. Sarı saçlı başrolümüzden başka bir de türlü yetişkinler var 34 dakikaya sığan filmimizde. Tabii özellikle çocuk edebiyatçıları ve çocuklara dair her türlü ürünün diğer yapımcıları şimdilerde bu bakış açısını eleştirip yetişkinlerin "öteki" olarak verilmesinin yanlış olduğunu savunuyorlar. Ben de katılıyorum. Ama Lamorisse, o zamanlarda Küçük Prens akımıyla sürüklenip bunu kullanmış. Bu güzel 34 dakika boyunca Pascal'ın rastlaştığı yetişkin tiplemeleri genel itibariyle soğuk, ruhsuz, donuk, balon ile dostluktan bîhaber ve korumacı kimseler olarak verilmiş. Ancak yalnızca bazıları. Gülümseyen askerler ve kırmızı balon ıslanmasın diye şemsiyelerini paylaşan dost canlısı yetişkinler değil. 

Filmin müthiş bir ahengi var. Taş sokaklar, birbirinin renginde kareler ve sanatta romantik akımın anavatanı olmasına rağmen -ki Rasim Özdenören; Osmanlı ediplerinden Batı’ya hayranlık duyanların, ona dair eserlere ilk temas ettiklerinde Doğu'da olmayan bir romantizmden başlarının döndüğünü ve bu nedenle bir türlü silkelenip kendilerine gelemediklerini söyler- kırmızı balonun dikkat çekmesi için Lamorisse renk olarak yalnızca "kırmızı"yı esas almış. 

Kırmızı balonun adeta düşünebilen bir öz'e sahip olduğunu söylemiştik. Filmdeki tek renk olduğunu da. Paris gezintisi esnasında belki de başka bir filme konu olmuş küçük bir kız çocuğu ve onun dostu lacivert bir balona da rastlıyoruz. Kırmızı Balon, hemcinsini görünce ona doğru uçuyor. O sahne de ayrı bir güzel. 


Çocukluk anıları, onlara eşlik eden bir arkadaş olduğunda çok daha güzelleşiyor. Ama bazı arkadaşlar için aynısını söyleyemiyoruz. Benim çocukluğumda hiç olmadı ama çevremdeki insanlardan çocukluğunu kabusa çeviren zorba çocuklarla olan anılarını dinliyorum ne yazık ki. Filmimizde de böyle oluyor biz zaman sonra Pascal ve kırmızı balonun dostluğuna dahil olmak isteyen kötü niyetli çocuklar hortlayıveriyor. Bu kovalama sekansları boyunca Pascal hep korumaya çalışıyor balon dostunu. Ama ne yazık ki bu kovalamalardan birinde kırmızı balon,  göğsünün tam ortasından sapanla fırlatılmış bir taş yarası alıyor. Ağır ağır ve kristalleşerek sönüp dramatik bir ölüm ile Pascal'a veda ediyor. Ah işte film dünyası da en az hayaller kadar ucu bucağı olmayan bir saha değil mi? Lamorisse çok güzel kullanıyor bunu. Fransızca "rouge"den gelen ruj renkli balon kötü niyetli çocuklardan birinin ayağı altında ezilir ezilmez şehirdeki bütün balonlara bir şeyler oluyor. Kırmızı balonun cenazesine katılırcasına dükkânlardan, çocukların baş uçlarından, evlerin pencerelerinden uçup Pascal'ın yanına geliyorlar. Rengârenk yüzlerce balon. 

Sonrası filmi izlemek isteyenlere kalsın. Bu filmi bizim ülkemize getiren "Çocukla Sinema" kitabının yazarı Burak Göral bey oldu. Ama film aynı şekilde Criterion Collections sayfası yazarlarından Brian Selznick'in de bir yazısına konu olmuş. Teması arkadaşlık ve vicdan olan bu filmi Selznick 70'lerde geçen çocukluğunda izlediğini ve zihninin en derinlerine hapsedip kesinlikle hatırlamıyormuş. Paris'e ilk seyahati sırasında her yerin ona çok tanıdık geldiğini ve bunun tuhaf hissettirdiğini de aktarıyor Selznick. Sonrasında bir çocuk kitapçısında işe giriyor. Bu alana dair hiç bilgisi olmadığından patronu her akşam okuması için düzinelerce çocuk kitabıyla çantasını dolduruyor. İşte bu kitapların arasında  Lamorisse'nin Kırmızı Balon filmi için esinlendiği yapıta rastlıyor Selznick. Böylelikle bu nereden geldiğini bilinmeyen Paris tanıdıklığının kaynağı da ortaya çıkıveriyor. Bu film dünya listelerinin en beğenilen çocuk filmi ve evlerimizdeki kardeşlerimiz, yeğenlerimiz, çocuklarımız ile izlenmek için çok uzakta değil YouTube'da o güzelim müzikleriyle bekliyor bizi. 


Yeterince Pascal'dan söz ettikten sonra vefatı henüz gerçekleşen yazar Muzaffer İzgü'ye geçiyoruz. Yine bir II.Dünya Savaşı tanığı, Anadolu kültürüne inanılmaz sahip çıkan bir kimse. Arkasında türlü kurgularla bezenmiş 154 gülmece çocuk kitabı bırakan hayli üretken bir yazardan söz ediyoruz. (Yalnız İzgü kitaplarını kesinlikle önce yetişkinler okumalı, sonra çocukların ellerine vermeli. Biraz sakıncalı türden kitaplar çocuklar için.) Meşhur mu meşhur Harry Potter dizisi Türkçe'ye ilk çevrildiğinde, "Bu ne böyle yahu!" diye kızıp Hayri Potur serisini yazan bir öğretmen. Kendi çocukluğunu yazdığı ve hele ki savaş zamanı diz boyu olan Anadolu'daki yoksulluğa ayna tuttuğu Zıkkımın Kökü kitabında Muzaffer İzgü de bir kırmızı balondan söz ediyor. Ama bu kırmızı balon hikâyesini okurken burnumuza pamuk şeker kokusu gelmiyor ne yazık ki. Evin geçimine yardım etmek için ayakkabıcılık yapıyor 7 yaşındaki Muzaffer. Bir gün bir ağaca takılı kırmızı bir balona rastlıyor. Âşık oluyor demek daha doğru olur hatta. Hep yetişkin olmak zorunda kalmış, hiç gerçek manada sıcak bir evde büyümemiş o çocuk için ağaca takılı ve diğerlerinin aksine sahiplenebileceği bir balon pek tabii o derece ehemmiyet kazanıyor zihin dünyasında. Ben yazarının çocukluğunun vahametini hakkıyla anlatmak için bütün kitabı bırakmalıyım buraya. O kadar çarpıcı işte. Ağacın en tepelerinde olduğu için minik Muzaffer, onca afacanlığına rağmen çıkıp da alamıyor o balonu. Günlerce önüne gidip seyrediyor, bir çare bulup balonu oradan kurtarınca beraber yaşayacaklarını tahayyül ediyor hep. Sonrasında bir gün oradan babası kadar bir amca geçiyor. Muzaffer çocuk işte, durdurup balondan bahsediyor. Benim için onu alır mısın diyor. İnsanlıktan nasibini almamış bu kimse de çocukcağızı başından savıp balonu da patlatmaz mı... Muzaffer İzgü üzüntüsünden günlerce hasta oluyor. Bu vahim çocukluğun beni en çok etkileyen kısmı bu idi. Yönetmen Memduh Ün'ü de benim gibi çok etkilemiş olacak ki aynı isimle bir film çekmiş. 

Bu yapımları tararken bir durup "Acaba memleketin inanan insanların o dönem ne yapıyordu ki zamana ait sinema filmleri ve eserler hep başka kesimlerin ellerinde çıkma?" diye sormadan edemiyorum. Yine de çocukluğumuz, hazinelerimiz bizim. Tüm çocukluk anıları da evrensel. Keşke eşit şartlarda dağılabilse dünyaya. Açlık ve hastalık istatistiklerinden konuşmak zorunda olmasak. Böyle çarpıcı gerçekler kaçırmasa uykularımızı. 

Benim payıma birkaç yıl ile sınırlı kalsa da öğretmenlik, ve hayat boyu devam etmesini arzuladığım çocuk yazarı olmak düştüğü için şükran doluyum. Gezegenin bütün çocuklarına; Pascal'a, Muzaffer İzgü'ye, adını bilmediğimiz ama yürekleriyle buluştuğumuz yahut buluşmayı beklediklerimize, çocukluk hayali kamyon şoförlüğü olanlarına, hepsine ama hepsine kucaklar dolusu selâm olsun. 


Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ve bir bitiş çizgisi daha: Elveda Haziran!

Muson Yağmurları Geliyooor