Göğün Elleri Gırtlağımızda...

Kaynayan kazanlara atlama teşebbüsünde bulunmuşuz gibi buğulanıyor gözlerimiz. Göremiyoruz. Elimizde zan kırıntılarından tılsımlı bir kese, çarpık adımlar atıyoruz. Altın renkli güneş ışınları, eprimiş bir duvarın lakaytlığıyla teğet geçiyor göz bebeklerimizi. Kömür renkli yanılgıların tozuna bulanıyor tüm yol. Âh bir de şu sefih su birikintileri. Okyanus sanıyoruz onları. İçinde yüzüyoruz boyuna. Hâlbuki Kutsal Kitap'ta okumuştuk, Adem'den beri ince ince işlenmişti adını dahi telaffuz edemediğimiz o kodlara. İnsanoğlu şerde bile hayırmış gibi diretiyordu. Bulanık ve çamurlu su birikintilerini okyanus sanmamız hep bundan. İşte tam da bu trajikomik genlerimiz yüzünden nilüfer çiçeklerinin üzerinde zıplayan her neşeli kurbağanın, masalın sonu gelince bir prense döneceğini sanıyoruz.

"Algı, yanılgı, sancı, kaygı"

Şimdi o bulanık su birikintilerinin üzerinden, şehrin her bir yanından göğsüne acılar isabet etmiş Raskolnikov gibi geçiyoruz. Çamura batmaktan alıkoyamadığımız tek şey, içinde bir cinayet aleti gizlenmiş o köhne palto. Belki de paltonun kaderinde onurun ve adaletin bayrağı olmak var.

Göğün elleri gırtlağında Raskolnikov. Göğün elleri gırtlağımızda. Boğazımıza düğümlenen yumrulardan besleniyor dünya bekçileri...

Bir zamanlar, koca kitabının satırlarına burnumu daldırdığım hâlde avucuma bir şey bırakmayan yazarlara çok öfkeleniyordum. "Kitaplar bazen yalnızca bir cümlesi için okunur. O cümleyi arayıp bulmalısın," diyenlere inatla çizmiyordum satırların altını. Hem kendime de aynısını yapmıştım. Küçük bir fikir ve hikmet yıldızı, aklımın dehlizlerinden bana göz kırpıncaya dek kollarımı bağlayıp yazı koridorlarının bir köşesinde ayrılık acısı çekmeye kendimi mahkum etmiştim. Hâlbuki öyle değilmiş. Ne cahil, ne budalaymışım ben. Dünya bir fikir tarlası sanki... Tüm sanatçılar da çiftçiler ve ellerinde çapalar ile toprağı kazıyorlar. Bulmak ve sunmak için. Uzun süreceği belli bir otobüs yolculuğunda öylesine rast geldiğim birine göğsümdeki kuş can havliyle çırpınırken bir şeyler anlatmaya çabaladığımda fark ettim. Meğer ne kadar pahalıymış nasibimize düşen hikmet parçaları. Taşıması ve kavraması da hayli ağır. Hâliyle onu tek tek parçalamak, yanaklarına allıklar boyamak ve satırlara kavuşturmak da pek zormuş. Rasim Özdenören, bir kavramın mânâsından haberdar olsak dahi hayatımızda tecrübe etmedikçe asla gerçekten anlayamayacağımızı söylemişti üstüne basarak. İşte şimdi anlıyorum. Aklımın örümcek ağı bağlamış odalarını ışıldamaya zorladıkça, yalnızca okurlar ve yazarlarının girebildiği o dünyanın balkonuna çıkıp hadsizlik ettiğim tüm ceffelkalemlerden özür diliyorum.

Baştan sona 5.defadır yazmaya çalıştığım ve artık taslaklarını görünce gözlerimin yuvalarından fırladığı ilk uzun soluklu çalışmam. Bitmek üzere yaşasın. Kutlama yapmak için çok erken. Ama davetiyeleri dağıtmak için asla değil. :)

Ve pek sevgili Raskolnikov'dan yine bahsedeceğim. Elbette ki...

21'e 18 kala, sinir bozucu şövalye karganın gak gak marşını söylediği balkon. Laz komşumuzdan bir tüfek ödünç alıp "ya Allah" diye göğe ateş etmemek için kendimi zor tutuyorum. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ve bir bitiş çizgisi daha: Elveda Haziran!

Muzaffer İzgü'nün Ruj Renkli Balonu

Muson Yağmurları Geliyooor